“31 Mart 2021 Türk Konseyleri Devlet Başkanları Zirvesi kutlu olsun.”
“Gözleri aldı meni, kemende saldı meni
Getme getme gel gözel yar, getme getme gel…”
Radyoda dinlediği bu türkü onu alıp çok uzaklara götürdü. Ruhu, bu türküyü dinlediği yıllara doğru uçup gitti.
Yıl 1980. O zamanlar altı yaşında bile değildi. Babası Hacettepe Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu, diplomasını aldı. Afyon’un Çay ilçesindeki tek lise olan Çay Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı.
Ankara’dan ayrılık günü geldiğinde Leyla, doğduğundan beri yanlarında yaşayıp büyüdüğü dedesi ve babaannesinin boynuna sarıldı, hiç bırakmak istemeyerek. Eşyalarının yüklendiği kamyonun ön tarafına annesinin kucağına oturdu. Ve gidecekleri yere varana kadar ağladı. Kardeşi Turan da babasının kucağına oturdu. O da ağlıyordu. Dördü birlikte ocak ayının ortasında kış mevsiminin soğuğu iliklerine işlemiş olarak yola çıktılar. Lapa lapa yağan kar ilçeyi kuşatmışken akşam üzeri Çay ilçesine vardılar.
Çay’da güzel bir evleri vardı. Leyla geride bırakıp geldiği dedesi ve babaannesi ile bırakıp geldiği köyünü çok özlüyordu. Köyde bıraktığı keçileri, koyunları, inekleri, köpekleri onsuz ne yapıyordu? Dedesinin atı Rüzgaryeleli burnunda tütüyordu. Bazı geceler rüyalarında onunla dağlarda uçuyor, ovalarda koşuyordu. Leyla kısa bir süre sonra köydeki bahçelerinin su kanallarında yaşayan kurbağaların koro halinde bağrışmalarını, vıraklamalarını bile özler oldu. Çoğu zaman sabahları kulaklarında kurbağa sesleri ile uyanırdı. Önce köydeki yatağında uyandığını zanneder, sevinirdi. İyice uyanıp yeni evlerinin odasında ve yumuşak yatağında olduğunu anlayınca kimse görmeden yorganın altında boğulana kadar ağlardı. Bu dünyada kurbağaları seven, onları özleyen tek çocuk oydu belki de.
Okulda edebiyat öğretmeni olarak çalışmaya başlayan babası da ilçeye ve işine yavaş yavaş alışıyordu. Okulunda yeni arkadaşları olmuştu. Okulun resim öğretmenleri ve babasının can arkadaşları olan Fikri ve İhsan Hocalar babasıyla birlikte evlerine akşam yemeğine gelirdi. Annesi onlara güzel yemeklerle donatılmış sofralar kurardı. Üç genç öğretmen sabahlara kadar sanat, edebiyat, resim, şiir konuşurlardı. Memleket meseleleri ile ilgili hararetli sohbetler gün ağarana dek sürerdi. Bu sırada Leyla, hayran olduğu babasının yanından hiç ayrılmaz, onları pür dikkat dinler, ne demek istediklerini anlamaya çalışırdı.
Leyla’nın babası kıt kanaat geçindiği memur maaşıyla her ay kitap alırdı. Üç ayrı dergiye aboneydi. İlçenin tek kitapçısından yayın hayatına ait yenilikleri takip ederdi. Yeni çıkan kitaplardan isterdi. Yeni gelen kitaplardan satın alırdı. Leyla okula başlamadığı halde ona da kitapçıya her uğradığında çocuk kitapları alırdı. Leyla bu kitapların resimlerine bıkmadan bakardı.
O yıllarda müzik radyoda ya da teypte kasetler vasıtası ile dinlenirdi. Leyla’nın babası takip ettiği dergilerden yeni çıkan kasetleri öğrenip Çığır Kırtasiye’den getirtmesini isterdi.
İşte şimdi radyoda çalan bu türküyü dinleyen Leyla bu türküyü dinlerken çocukluğuna dönmüştü. Sanki babası sigarası elinde en güzel şiirlerinden birini yazarken bu kasetlerden birinde bu güzel türkü babasının eski teybinde çalınıyordu.
“Getme getme gel, gözel yar, getme getme gel….”
Leyla o günlerde bu türkünün sözlerini anlayacak kadar büyük değildi. Küçüktü ama nedense bu ezgiyle içi eziliyordu, hüzün tüm kılcal damarlarına çöküyordu. Sanki köyünde bıraktığı tüm hayvan dostları ile güzel köyünün dağları, ovaları gözlerinin önünde canlanıyordu, onlara getme! getme! dercesine hasretini dile getiriyordu.
Türkünün biri bitince yeni türkü ile ilgili kısa bilgi verip tanıtarak sunan kişinin sunuş sesi kulaklarında melodi ile karışık yankılanıyordu: Şimdi Orta Asya Türk Musikisinden Kazakistan dolaylarından bir türkü: Culduzum. Bu anonsun ardından çalan yeni şarkı Leyla’nın ruhunu köyünün dağlarında gezdiriyordu. Canumökecan Türkistan, Kamacay, Özündü Ayamaysın, Boztorgay, Biz Kırımdan Çıkanda, Altın Hızma Mülayim,…. Leyla hepsini dinliyordu. Bazı kelimeleri anlıyordu. Bazılarını anlayamıyordu ama anlamak için çabalıyordu. Bir gün babasına sordu:
– Babacığım Türkistan neresi?
Dalgın, sigarasını içen, kitabını okuyan babası cevap verdi:
– Ata Yurdumuz
– Türkistan nerede?
– Çok uzakta!
– Orda kimler yaşıyor?
– Kardeşlerimiz
– Neden dillerini anlayamıyorum ben. Başka dil mi konuşuyorlar babacığım?
– Leyla, güzel kızım, kulağınla dinlediğin kadar da yüreğinle dinle, anlarsın.
– Neden biz buradayız, onlar uzakta?
– Bizim atalarımız, büyük dedelerimiz üç kıtaya hâkimdi. Denizler, dağlar, göller, her yer bizimdi. Mutlu, huzurlu ve bilgiliydik. Bir gün üç kıtada at süren atalarımız cahil kaldı, tembel oldu, fakirleşti, başka milletlere özendi, kendine yabancı oldu. Bilgisiz kaldı, düşmanlara yenildi. Zayıfladı. Ulu bir çınar olan devletimin dalları bir bir kırılıp her biri bir yöne dağıldı, her dal bir yöne savruldu. Biz burada kaldık. Bu dallar bir gün toplanacak. Bu dallar bir araya toplanınca yeniden ulu bir çınar ağacı olup yeşerecek. O ulu çınarın adı da kardeşinin adı gibi Turan’dır. Bizim uzaklarda kalan vatan topraklarımız ve bu vatan toprakları üzerinde yaşayan soydaşlarımız var. Kırım var, Kerkük var… Gümülcine var, Selanik var. Üsküp, Kosova var. Semerkant, Buhara, Kaşgar var. Uzaklarda kalan çok vatanımız var, hasret kaldığımız çok soydaşımız var.
-Soydaş ne demek baba?
-Kardeş demektir. İhsan amcan ve Fikri amcanın anne babaları ayrı, benim anam babam ayrıdır. Ama onlar benim kardeşimdir. Öyle değil mi?
Leyla anlayarak başını salladı.
-Kardeşin babacığım. Evet. Onlar benim amcam.
-İşte Leyla, soydaş kardeş demektir. Öz kardeş demektir.
-Biz onlara gidemez miyiz?
-Şimdilik gidemeyiz. Ama bir gün gideceğiz.
-Onlar buraya gelemezler mi?
-Şimdilik gelemezler. Ama bir gün gelecekler. Bunu siz göreceksiniz.
Leyla’nın babasının dediği oldu. Leyla 1991’i hep bahar gibi yaşadı. O günlerde on yedi yaşında üniversiteye başlayan genç bir kızdı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adıyla bilinen komünist rejimli Rusya ile birlikte Avrupa’da komünist rejimli ülkeler parçalandı, dağıldı. Böylece yıllardır hem komünizmin hem de Rusların esaretindeki Türkler yedi devlet ile kendilerini temsil ettiler. Bu özgürlük Türk milletine, Türk yurtlarına bayram getirdi.
Leyla o gün babasının anlattığı Turan’ın dağlarını, ovalarını, nehirlerini hayal ederek yaşadı. Rüyalarında gözleri mavi, yüzü mavi, ağzı ateş gibi bir kurt onu hiç yalnız bırakmadı. Demir dağdan çıkmak yerine demir dağa ulaşmak mı idi bilinmez kurdun gösterdiği yol…Onun Zümrüdüanka’sı, Kızılelma’sı, aşkı, Turan’ın yoluydu rüyalarında kurduyla beraber gittiği … Kırım’ı, Kerkük’ü, Kaşgar’ı, Türkistan’ı, Üsküp’ü, Kosava’yı, baştan sona gezip görmek istedi.
Kırk yıl geçti. Leyla yüreğinde kardeşlerinin hasretini büyüttü. Ne onlar gelebildi. Ne Leyla gidebildi. Ama o türkülerin diyarlarında gezmek istedi. Hep istedi. Tuna’nın kıyısında sularına baksaydı, Meriç’ten geçseydi, İtil’le aksaydı, Orhun ile çağlasaydı.
Hayalini kurduğu Türk yurtlarına gidemedi. Ama artık ömrünün yarıdan fazlasını yaşayıp tükettiği haliyle başka bir gerçeği keşfedip anlamıştı. Görmek demek her şey demek değildi. Yüreğinde ki Turan yaşamalı, yaşatılmalıydı.
Leyla dinlediği güzel türkünün onu götürdüğü fikir aleminde ,odasında, 20 Ocak 2018 de bir gazetecinin Zeytin Dalı Operasyonu ile Afrin’e giden Mehmetçik’e sorduğu soruyu hatırladı.
– İstikamet nereye?
– Kızılelma’ya!
-Ailene diyeceğin var mı?
-Beni beklemesinler…
Şimdi dinlediği bu türkü ile iş yerindeki odasında kendi kendine soruyordu. Turan neresi? Turan elle tutulur gözle görülür bir yer miydi? Elini yüreğinin üzerine götürdü, elini yüreğinin üzerine koydu. İşte! Turan onun yüreğinin içindeydi…Turan imandı… Turan aşktı. Tıpkı o adsız kahraman Mehmetçik gibi kendinden emin yüksek sesle söylendi. Beklemesinler! dedi. Beklemekten bıkacağımızı beklemesinler! Aşkımızın imanımızın söneceğini beklemesinler!…Turan’ı özlemekten bıkacağımızı beklemesinler!..
Ey Turan! Ömürlerimiz feda olsun! Kutlu vatan sen bekle bizi. Adanmış ömürlerimiz, ant içilmiş yeminlerimiz ile bizi bekle.
Leyla’nın bilgisayarında şimdi “Güzel Türkistan “çalınıyordu.